• Saturday 26 April 2025

Articles in Turkish

Beş mit ve bir acı gerçek

“Annan Planının reddedilmesinin üzerinden üç yıl geçti. Bugün bu plan, gerek siyasi açıdan, gerekse toprak üzerinde, modası geçmiş olarak kabul edilmektedir. Şimdi gerginlikler durmuşken ve ortam daha sakinken, kapsamlı çözüm planının daha soğukkanlı bir şekilde ele alınması sonucunda, Kıbrıslıların çoğunluğunun inandığı beş mit ve Kıbrıs’ın geleceğine ilişkin bir acı gerçek ortaya çıkmaktadır.

 

 

Birinci mit: Türkiye’ye her şeyi verecekti

 

Uluslararası toplumun bir bütün olarak savunduğu görüş, Annan Planının Kıbrıs sorununun yegane çözüm temeli olduğuydu.

  • Bu, BM Güvenlik Konseyi’nin görüşüdür (1475 sayılı karar).
  • AB’nin 15 üye devleti de, ardı ardına yapılan dört zirve toplantısında aynı görüşü benimsediler: Kopenhag (11-12/12/2002), Selanik (19-20/6/2003), Brüksel (12/12/2003 ve 25-26/3/2004).
  • Tassos Papadopulos da Avrupa’nın görüşünü dolambaçsız yoldan benimsemişti. Brüksel Sonuç Bildirgesinde Kıbrıs’la ilgili ifadeyi yorumlarken yaptığı açıklamada (12/12/2003), ‘tamamen memnunuz, çünkü Kıbrıs hükümetinin, Annan Planının, Kıbrıs sorununa çözüm bulunması hedefiyle müzakere temelini teşkil etmesi gerektiği şeklindeki görüşünü benimsemektedir’ demişti.
  • T. Papadopulos Genel Sekreterin huzurunda açık bir şekilde verdiği sözde, küçük değişikliklerle planını kabul edeceğini söylemişti ve Kofi Annan’a 1 Mayıs’tan önce çözüm bulunması için baskı yapıyordu.

Daha sonra Kıbrıs hükümetinin kamuoyu arasında da sabitleşen   görüşü şu şekildeydi: Tüm dünya yanlış değerlendirmeler yapmıştı ve bütün süreç, Kıbrıs’ın Türkiye’ye teslim edilmesi amacıyla bir komploydu.

 

Ancak eğer Annan Planı gerçekten anayasal açıdan Kıbrıs Cumhuriyetini lağvedecek hilkat garibesi bir oluşumsa ve yegane güvenli çıkış yolu bunun topluca reddedilmesiyse, o zaman Kıbrıslı Rumların liderliği neden uluslararası toplumun önünde planın felsefesini kabul ettiğine dair söz verdi? Acaba Kofi Annan, ‘reddedilen şey, basit bir plan değil çözümün kendisiydi’ derken haklı mıydı?

 

 

2. Türkiye planı hayata geçirmeyecekti

 

Türkiye’nin Protokolü hayata geçirmemesinden ve 8 Temmuz anlaşmasını hayata geçirmede oyalama taktiği uygulamasından dolayı, güvenirliği zan altındadır ve   şu veya bu şekilde planı hayata geçirmeyecekti görüşü savunulmaktadır.  Kısa süre önce Türk basınında şöyle bir bilgi yayınlandı: Generaller çözümün hayata geçirilmesini engellemek amacıyla darbe yapacaklardı. Eğer plan Nisan 2004’te iddia edildiği gibi ‘Türkiye’ye her şeyi veriyor olsaydı’, o zaman ordu ‘Türk yanlısı’ bir çözüm için hükümeti neden devirmekle tehdit etsin ki?

 

Çözümün hayata geçirilmesi, Güvenlik Konseyi tarafından güvence altına alınmıştı. Ayrıca oluşan yeni düzen, mevzuatın bir bölümü olacaktı ve Avrupa hukuku olacaktı.   Eğer Türkiye’nin güvenilir olmadığı, sonsuza kadar öyle kalacağı ve imzasına saygı duymasının hiçbir şekilde mümkün olmadığı savunuluyorsa, o zaman müzakerelerle çözüm neden hedef olmaya devam ediyor? Eğer BM, AB ve ABD, bu kadar zaman ve çaba harcadıkları bir planın hayata geçirilmesini sağlayamıyorlarsa, 8 Temmuz anlaşmasından ortaya çıkması halinde veya çıktığı zaman yeni bir planın hayata geçirilmesini nasıl sağlayacaklar?

 

Diyelim ki Türkiye çözümü hayata geçirmeyi reddediyor. Kıbrıslı Rumlar tarafından uygulanacak dürüst ve güvenilir bir politika sayesinde, o zamanlar hala yollarda olan Kıbrıslı Türklerle ortak tepki verme imkanı olabilirdi. Tabii eğer Kıbrıslı Türkler Türkiye’nin inisiyatifsiz organları olarak görülmüyorlarsa… Eğer öyle düşünülüyorsa, o zaman neden federasyon çözümü isteniyor ve ünlü 8 Temmuz anlaşmasında Türkiye’nin ‘organları’ ile neden siyasi eşitlik kabul edildi?

 

 

3. Ordunun varlığını yasallaştırıyordu

 

Az sayıda askerin Adada kalması (650 Türk ve 950 yunan askeri, tam olarak Zürih anlaşmasının öngördüğü gibi), planın en ciddi dikenlerinden biriydi. Planın ilk versiyonlarında, 20 yıl içinde veya Türkiye’nin tam AB üyeliğinden sonra, hangisi daha erken gerçekleşirse, tüm askerlerin Adadan çekilmesi öngörülüyordu.

 

Dolayısıyla Türk askerlerinin Kıbrıs’tan tamamıyla çekilmesi ve çekilme takvimlerinin kısaltılması, tamamıyla realist hedeflerdi. Planın bu konuda daha kötü olması, Kıbrıs Rum tarafının müzakere zayıflığından kaynaklanmaktadır. Genel Sekreterin dediğine göre ‘eğer Kıbrıs Rum tarafı al-ver sürecine katılmaya ve hedeflerini   öncelik olarak belirlemeye daha istekli olsaydı, başka Kıbrıs Rum endişelerinin de tatmin edilmesi mümkündü’.

 

Kıbrıslı Rumların liderliği, siyasi açıdan söz verdiği bir planı imzalamak için isteyebileceği karşılıklardan biri olarak Kıbrıs’ın Türk askerlerinden tamamıyla kurtulmasını istemedi. Türkiye’nin sınırlarını Lefkoşa’ya kadar genişleterek, çözümsüzlüğü ve   35.000 askerin varlığının kalıcılaşma tehlikesini tercih etti.

 

 

4. Yerleşiklere haklar veriyordu

 

Yerleşik meselesi, Kıbrıs sorununun belki de en ciddi konusudur. Tarihte hiçbir zaman savaş sonucunda bölgelerin yerleşiklerle doldurulmasının ardından   tam adalet sağlanamamıştır.

 

Plan, vatandaşlık elde edeceklerin sayılarına kısıtlamalar getirerek, bazı iyileştirmeler yapılması imkanını sunuyordu. Türklerin, vatandaşlık alacak olan 45.000 kişilik bir isim listesi sunma imkanları vardı. BM verilerine göre bu rakamı dolduramadılar ve daha az beyanda bulundular.

 

En önemlisi ise şuydu: Daha fazla yerleşiğe kapı kapanacaktı. Yerleşiklerin varlığıyla bile nüfus oranı, Kıbrıslı Türklerin göç etmelerinden dolayı 1960’lı yıllardakine yakındı, yani 80:20.

 

Çözümsüzlükle, ekonomik kalkınmayla ve Türkiye’den iş gücünün gelmesiyle birlikte yerleşikler işgal bölgesinde çoğunluk oldular. Öte yandan Kıbrıs’ın bütününde de facto nüfus hali hazırda 75:25’tir. Yerleşiklerin artış hızıyla ve aşırı doğum hızıyla Kıbrıs ciddi bir demografik tehlike altındadır. Beş veya altı yıl içinde oran 60:40 olacak ve artık yeniden birleşme çözümünü değil de, sınır düzenlemesini, Türklerle görüşeceğiz. Kıbrıslı Türklerle değil. Kimlerle?

 

 

5. Göçmenler mallarını kaybediyorlardı

 

1974 yılının 160.000 göçmeninden yarısı (iade edilecek olan topraklarda oturanlar) mallarını tamamıyla geri alacaklardı. Diğerleri için ise Annan Planı, malları prensipte 1974’te olduğu şekline geri getiriyordu. Daha sonra, çeşitli karmaşık kriterler doğrultusunda yeniden paylaştırma başlıyordu. Bu mallardan birçoğu hiç kuşkusuz iade edilmeyecekti ve tazmin edilecekti. Planın son versiyonunda, malların en azından 1/3’ünün iade edilmesine ilişkin bir madde vardı.

 

Bütün bunlar artık tarihtir. Plan 2002 yılında sunulduğu zaman, birkaç bölge hariç, mallar, Kıbrıslı Rumların 1974 yılında bıraktığı gibiydi. Bugün işgal bölgesi tanınmaz haldedir.

 

Plana göre, Kıbrıslı Türklerin kişi başına düşen geliri Kıbrıslı Rumların %85’ine ulaştığı zaman, malın kullanımı ile ilgili tüm kısıtlamalar yürürlükten kaldırılacaktı. 2002 yılında Kıbrıslı Türklerin kişi başına düşen geliri 3.500 dolardı. Bugün çözüm olmaksızın Kıbrıslı Rumların 20.000 dolarına karşılık kişi başına düşen gelirleri 10.000 dolara yükselmiştir.   Çözümün sunacağı kalkınma hızıyla, AB Destek Programı çerçevesinde AB’den gelecek ödeneklerle ve toprağın değerinin hızlı bir şekilde artmasıyla,  dengeleme birkaç yıllık meseleydi. O zaman tüm sapmalar da yürürlükten kaldırılacaktı. Bilgi ve deneyime sahip Kıbrıslı Rumlar, işgal bölgesinde turizm yapabileceklerdi ve AB içindeki üniter ekonomi ülkeyi deyim yerindeyse yeniden birleştirecekti.

 

Bugün halk mallarını tamamıyla kaybetmekle kalmadı, aynı zamanda işgal bölgesi, Türk, Yahudi ve İngiliz işadamları tarafından kalkındırılıyor. Hem de Kıbrıs turizm sektörüyle rekabet edecek şekilde…

 

 

8 Temmuz: Kaybedilmiş bir dava

 

2004 yılında tüm dünya, Kıbrıs sorununun çözümü konusunda ‘komplo uygulamıştı’. Amerikalılar bölgede istikrar istiyorlardı. Türkler bir tarih için yanıp tutuşuyorlardı. AB, bünyesinde birleşik bir Kıbrıs’ın olmasını canı gönülden istiyordu. Kıbrıslı Türkler yollardaydı. Mallar   el değmemiş şekildeydi. Yerleşik meselesi kontrol altındaydı. Toplum çözüm için verimliydi. Bu enerjinin tümü etkisiz hale getirildi. Bugün bunlardan hiçbiri geçerli değildir. Kıbrıs’ın çözümsüz sorunuyla AB üyesi olması, orta halli vatandaşın inandığı gibi onu daha güçlü yapmadı. Bilakis Avrupa bölünmesine doğru giden süreci hızlandırdı.

 

8 Temmuz, Kıbrıs sorununun güncesindeki diğer yüzlercesi gibi sadece bir tarihtir. 1977 yılında imzalanan Makarios-Denktaş anlaşmalarının özelliğini bile taşımamaktadır. Oysa bu anlaşmalar hiçbir siyasi konjonktür ve ortak çıkar olmaksızın 25 yıl boyunca siyasi bir açıklama olarak kalmıştır. 2004 yılında konjonktür vardı ve hiç kullanılmadan kaybedildi. Acı gerçek şu ki, Kıbrıs sorunu, Kıbrıslı Rumlar için en kötü olacak şartlarla 2004 yılında çözülmüştür.” (ea)


Makarios Drusiotis

Πολίτης

22/04/2007